BUYMAK
Baki ÇALIÅžIR
​
Yılın her mevsimi, her ayı onlarca kez geçtim bu yoldan. O evin yanından her geçtiÄŸimde içim “cızz” ediyor. Hep o geceyi, o yolculuÄŸu, o keskin ayazı, o açlığı, o yorgunluÄŸu hatırlıyorum. 1983 yılında, bir Ocak sonu, ÅŸiddetli bir karakışta Muhsin ile geçmiÅŸtik bu yoldan. İki defa kapısına varıp, vuramadan geri dönmüÅŸtük. “Biz geldik, Tanrı misafiriyiz, üÅŸüdük, donduk, yiyecek vermeseniz bile en azından içeri alın, ısınalım” diyememiÅŸtik. Kapıya vursak bunları dememize bile gerek kalmazdı belki. Kapıya vurmak için elimi havaya kaldırmış, bir süre bekledikten sonra vurmadan indirmiÅŸtim. İçimde hep “ukde” olarak kalmıştı. Bir gün bu evin kapısını çalmalıydım.
Åžimdilerde o iki katlı, taÅŸ duvarlı, çatısı hartama kaplı ev yok. Yerine betonarme üç katlı bir ev yapılmış. Eskiden yol arka tarafından geçerdi, ÅŸimdi ise ön tarafından geçiyor. Eskiden tek başına yoldan gelip geçenlere ÅŸahitlik ederdi, misafir ağırlardı, ÅŸimdi üç beÅŸ ev daha yapılmış yanına. Yalnızlıktan, gariban hikayelerine ÅŸahit olmaktan, kışları aç kurt ulumalarından kurtulmuÅŸtu artık.
Çocuklarıma defalarca anlattım bu hikayeyi. Bu evi de, yoldan her geçtiÄŸimde gösterdim onlara. Bu olaydan tam otuzüç yıl sonra sıcak bir yaz günü çocuklarımla birlikte yoldan geçerken ani bir kararla arabayı evin bahçesine çektim. “Nereye gidiyoruz?” dedi çocuklar. Sonra ben söylemeden anladılar. “Bu evde alacağım var” dedim. Kapısını çalmam lazım. Bahçede kimsecikler yoktu. Bir plastik masa, beÅŸ altı plastik sandalye vardı. Bir tarafta soba yakmak için kırılmış odunlar. Biraz ileride bahçeden toplanarak harmanlanmış fındıklar vardı. Arabadan indik. DoÄŸruca evin kapısına gittim. Kapının kenarındaki zil iliÅŸti gözüme. Hayır, bu zile basmayacaktım. Otuzüç yıl önce bu yoktu. Kapıyı elim ile vuracaktım. O soÄŸukta havada asılı kalan el, bu gün kapıya inecekti. Tak Tak.. Keyifle vurdum kapıya. Kapı açılmadı. Kimse yok galiba dedim içimden. Åžansımı bir daha denedim; “tak!..tak!..” Kapı yavaÅŸça açıldı. Nur yüzlü yaÅŸlı bir teyze belirdi kapıda. “Buyur evladım, ne istemiÅŸtiniz?” dedi.
!......
Ben ne isteyecektim. Ne diyeceÄŸimi bilemedim. Ders çalışmamıştım. Hazırlıksız yakalandım. YaÅŸlı teyze bu ne istediÄŸini bilmeyen adama tuhaf tuhaf baktı. Sonra bahçede duran eÅŸim ve çocuklarıma baktı.
Ben nereden baÅŸlayacağımı düÅŸünürken, yaÅŸlı amca çıkageldi, teyzenin arkasından. O da “buyurun evladım” dedi. “Amca ben sizinle sohbet etmek, bir çayınızı içmek için uÄŸramıştım” dedim. Biraz tuhafına gitmiÅŸti. Fark ettim. Öyle ya yoldan geçen herkesin canı iki lafın belini kırmak istese !...
“Olsun evladım. İçleri buyurun.”
“Hava güzel, bahçede oturalım.”
“Hanım sen çay koy.”
Ilık yaz günü bahçede oturduk. Çay suyunu koyan teyze de katıldı bize. Bu tuhaf davranışın sebebini açıklaman gerekiyordu. Bir ilkokul talebesinin saflığı ve titizliÄŸi ile bir bir anlatmaya baÅŸladım.
***
“Muhsiiiiiiin!..”
“?!...”
“Muhsiiiiiiin!..”
Yine ses yok. Ne oldu bu adama? Oysa hemen arkamdan geliyordu.
Yürürken, ayağımın altında kar birden çökmüÅŸ, neredeyse boynuma kadar kara saplanmıştım. Bırakın geri dönüp bakmayı, kıpırdayacak halim bile yoktu. Ayaklarım soÄŸuk, buz gibi suya deÄŸince anladım; küçük bir su akıntısı karın altını oymuÅŸ, ben de üzerinden geçerken çökmüÅŸtü. Ayaklarım soÄŸuktan uyuÅŸmuÅŸ, donmaya baÅŸlamıştı.
“Muhsiiiiiiin!..”
Yine ses yok. İş baÅŸa düÅŸmüÅŸtü. OlduÄŸum yerde ileri geri, saÄŸa sola hareket ederek beni sıkıştıran kar kütlesini geniÅŸlettim. Kalan son gücümü kollarıma vererek kendimi yukarı çektim. Kendimi kurtarmıştım ama ayakta duracak mecalim kalmamıştı. OlduÄŸum yere yığılıp kaldım. Muhsin ise on beÅŸ, yirmi metre geride çantasını başının altına yastık yapmış yatıyordu. Donmak üzere olduÄŸunu tahmin etmek zor deÄŸildi.
Bu zemehri günü öÄŸlen saat birden beri tam onbir saattir yürüyorduk. Saat gece on iki olmuÅŸtu.
***
Ortaokulu bitirmiÅŸtim. BulunduÄŸum küçük kasabada lise yoktu. Lise için ya ilçeye ya da il merkezine gidecektik. Üç beÅŸ öÄŸrenci bir araya gelip ev tutarak okuyacaktık. Okumayı çok istiyordum. Sürekli babamı sıkıştırıyordum; kayıtlar bitecek diye. Ortaokul son sınıfta parasız yatılılık sınavına girmiÅŸtim ama hala bir haber gelmemiÅŸti. Nihayet bir Pazartesi günü babamla birlikte yola koyulduk. Kayıt yaptırmak için ilçeye gidecektik. Köyden kasabaya kadar yürüdük. İlçeye giden dolmuÅŸlarla yetiÅŸemedik. Artık ÅŸansımıza bir araç geçerse gidebilecektik. ÜzüldüÄŸümü gören babam; “üzülme, vardır her iÅŸte bir hayır” dedi. Ben bir bakayım deyip yanımdan ayrıldı.
Bir süre sonra babam elinde bir kağıtla çıkageldi. Gülerek;
“Müjde!” dedi. “Yatılı okul kazanmışsın, okul müdürü verdi bu kağıtları. Artık geri dönüyoruz. Yarın İnebolu’ya gideceÄŸiz. Bu hafta kayıtlar bitiyormuÅŸ.”
İnebolu neresi, ne kadar uzak bilmiyordum. Önce sevindim. Kalacak yerim, sıcak yemeÄŸim olacaktı. Sonra içimi garip bir hüzün kapladı. Sanki sevindiÄŸime piÅŸman olmuÅŸ gibiydim. Ailemden, bütün sevdiklerimden uzun süre ayrılacaktım. Bunu hiç hesaba katmamıştım. Belki de vazgeçmeliydim. Bu karmaşık duygularla köye geri döndük.
***
Üç araç deÄŸiÅŸtirip iki gün süren yolculuktan sonra varabildik İnebolu'ya. İnebolu deniz kenarında, ÅŸirin küçük bir ilçe o zamanlar. DoÄŸal yapısı bozulmamış, güzel ahÅŸap evleri var. Kayıt yaptırırken gördüm ortaokul arkadaşım Muhsin’i. O da bu okulu kazanmış. Birbirimizden habersiz gelmiÅŸ, burada karşılaÅŸmıştık. Kayıt yaptırıp, okul ve pansiyon ihtiyaçlarımız alındıktan sonra bizi birbirimize emanet ederek ayrılmıştı babalarımız. Ve böylece baÅŸlamıştı iple çektiÄŸimiz hasret yüklü günlerimiz…
Bu yaÅŸa kadar, bugüne kadar hiç memleketten dışarı çıkmamıştım. Gurbete gidenleri duyardım. Hatta önceleri gurbeti bir yer adı sanırdım. Mesela İstanbul gibi. Åžimdi gurbetteydim. Sahi bu gurbet sayılır mıydı? Gurbete giden gelirdi; biz de yol iz bulup geri dönebilecek miydik? Okumak için bu kadar uzaÄŸa gitmeli miydik? Ne vardı sanki buralarda? İki üç arkadaÅŸ bir ev tutup yarı aç, yarı tok, kirli pasaklı okur giderdik memlekette. En azından hafta sonu evimize giderdik; taze süt içerdik, sıcak ekmeÄŸin içine mis gibi tereyağı koyardık. Kuzinenin fırınına patates sürerdik. Ne bileyim aÄŸaçlardan elma, armut, ceviz, töngel toplardık. Ceplerimize alıç yemiÅŸleri doldururduk. Oysa simdi ceplerimiz ayrılıklarla, hasretle doluydu. Nasıl boÅŸaltacaktık?
Pansiyonda kalan bu kırmızı yüzlü kavruk çocukların hepsi Anadolu’dan gelmiÅŸlerdi. Erzurum ve Bayburt’tan gelen çoÄŸunluktaydı. Bu iki ÅŸehrin çocukları o kadar rahattılar ki... Biz sudan çıkmış balık gibi kıvranırken sanki bu çocuklar gurbet için yaratılmışlardı. Sonradan öÄŸrendik ki bu çocuklar ortaokulu da yatılı okumuÅŸlar. Bu yeni hayata, bu ayrılığa dayanamayan arkadaÅŸlar oldu. BeÅŸ altı arkadaşın okulu bırakıp kaçtığına ÅŸahit olduk. Belki bunu üç katı kadar arkadaşı da terminalden geri çevirdik. Laf aramızda Muhsin de bir kaç defa kaçmaya teÅŸebbüs etti. Bir defa terminalden, bir iki defa da yoldan çevirdik.
Yemek kuyruÄŸuna, banyo kuyruÄŸuna, harçlık kuyruÄŸuna, kantin kuyruÄŸuna girmeyi öÄŸrendik. Hatta ikinci teneffüste simit kuyruÄŸuna da girerdik. (Aradan otuz beÅŸ yıl geçti hala o simidin tadını ve kocaman simit sepetini boynundan asan kısa boylu hafif kilolu simitçi abiyi unutamıyorum)
İşte böyle tesbih gibi çektik hasret dolu günleri. Dört gözle bekledik karne tatilini. Sayılı günler gelip geçti birer birer. Kar yaÄŸdı özlemlerimizin üzerine. Belki aÄŸaçtan alamadık ama, İnebolu pazarından elma, armut ve töngel aldık. Pazarcı teyzeler öÄŸrenciyiz diye poÅŸetimize fazladan meyve koyardı.
Ve nihayet o gün geldi. Yolculuk zamanı…
***
Uykulu, uyuÅŸukluk, üÅŸümüÅŸlük hali içinde indik otobüsten. Önce temiz, buz gibi soÄŸuk bir hava çarptı yüzümüze, sonra aynı soÄŸukluk ile yaktı ciÄŸerlerimizi. Saat sabahın dört buçuÄŸuydu. Yerler kütür kütür buz. DüÅŸmemek için kollarımızı denge çubuÄŸu gibi iki yana açarak hareket edebiliyorduk. Muavin valizlerimizi verdi. Otobüs kıtır kıtır buzları kırarak, arkasında bembeyaz bir duman bırakarak hareket etti. Muhsin, İdris, Enver ve ben inmiÅŸtik. Aynı okuldan aynı yöne giden dört kiÅŸi. AÄŸzımızdan yükselen buharın soÄŸuk hava ile teması; palyaço gibi kıpkırmızı bir burun hediye etti bize. SoÄŸuktan içimiz titredi. SaÄŸa sola bakındık. Her yer kapalı. İlerde yolun kenarında, yolcuların beklediÄŸi Durak Çay Ocağı vardı. O da kapalı haliyle. Çay ocağının yanında bir fırın vardı. Açık olduÄŸunu fark ettik. Jilet gibi keskin ayaza inat sığınacak bir yer bulmuÅŸtuk.
Karne tatili için eve dönüyorduk. Tirebolu’da inmiÅŸtik otobüsten. Altmış kilometre yolumuz kalmıştı. Tirebolu’dan dolmuÅŸ ile gidecektik. Her gün üç beÅŸ tane dolmuÅŸ kalkardı. Yolcuların yoÄŸunluÄŸuna göre kalkan dolmuÅŸ sayısı deÄŸiÅŸirdi. Hele bir sabah olsun.
***
Mis gibi taze ekmek kokusu fırının içini doldurmuÅŸtu. Kürek, hamur ile fırına giriyor, kızarmış somun ile çıkıyordu. Fırıncıların maharetini keyifle izledik. Gün aÄŸarmış, sabah olmuÅŸtu. “Fırın gibi sıcak” fırından çıktık. Sahil olmasına raÄŸmen her yer kar ve buzla kaplıydı. Durak Çay Ocağı açılmıştı. Tahsin abi çay kazanının altını yakmıştı ama ortalıkta henüz kimse yoktu. Tahsin abi bizim köydendi. Yıllar önce gelip Körliman’a yerleÅŸmiÅŸ, bu çay ocağını açmış, yolcu simsarlığı yapıyordu. İşi gayet iyiydi. Yolcular çayı kendileri koyup içerlerdi. Kimseye çay parası sormazdı. İsteyen ocağın yanındaki kutuya parasını bırakırdı. Bir süre sonra Tahsin abi çıkageldi. Merakla sorduk;
“Abi kar çok, Kürtün’den minibüs geliyor mu?
“Yok! Bir haftadır yol kapalı. DuyduÄŸuma göre Kürtün’e üç metre kar yaÄŸmış, grayder açamamış, dozerle açılabilirmiÅŸ.”
“!?...”
Tahsin abi ne rahat söylemiÅŸti. Ne kolay söylemiÅŸti. Müjde verir gibi. Yol kapalıydı, açılma ihtimali de yok gibiydi. Yapma Tahsin abi. İçimizde beÅŸ aydır biriktirdiÄŸimiz özlemin üzerine bu kışı, bu karı, bu buzu doldurma. Bu kış gününde, bu ayazda bizi sıcak ve diri tutan umudumuzu söndürme. Alacağı cevabı belli, cılız, rengi kaçmış bir ses tonuyla sordum:
“Abi yol açılmaz mı? Bir hafta olmuÅŸ.”
Sanki umudumuzu söndürdüÄŸüne piÅŸman olmuÅŸ gibi;
“Belki bu gün açılır.” dedi. “Bekleyin…”
Beklemek çaresizliktir. Beklemek tevekküldür. Biz hangisini bekleyelim. Çaresiz beklemeye baÅŸladık. Çay ocağının öbür yanında küçük salaÅŸ bir esnaf lokantası vardı. Üzerinde metal sürahi, metal su bardağı, kirlenmiÅŸ tuzluk bulunan üç tahta masa, tahta sandalyelerden ibaret bu ilkel lokantada çorba niyetine tavuksuz “tavuksuyu” çorbası içtik. Bu gün yiyip, yiyebileceÄŸimiz rızık buydu herhalde.
Ara sıra çay içip beklemeye devam ettik, gözümüz yolda... Yol açılmaz ise ne yapacağımızı konuÅŸtuk. Farklı güzergâhları tartıştık. Hatta yürüyerek gidelim diyen de oldu. Ben “yol açılana kadar burada kalalım, otel var.” dedim. AnlaÅŸamadık vesselam. Tartışarak beklemeye, yolu gözetlemeye devam ettik.
Bir iki saat sonra umutlarımız kadar beyaz bir dolmuÅŸun geldiÄŸini gördük bizim yoldan. Nasıl sevindik. Minibüs çay ocağının kapısında durdu. Üç beÅŸ kiÅŸi indi. Hemen nereden geldiÄŸini sorduk. DoÄŸankent’den geliyormuÅŸ. Bizim yol üzerinde bir kasaba. Bu gün yol oraya kadar açılmış. Bizi Kürtün’e kadar götüreceÄŸini söyledi.
“Yol açılmamış, nasıl götüreceksin?” dedim.
“Bu gün açılır ben götürürüm” dedi.
Ben inanmadım. ArkadaÅŸlar “gidelim” dedi. “Ya yol açılmaz ise…” “Yürüyerek gideriz” dediler. Bu arada gelen iki yolcu ile altı kiÅŸi olduk. Åžoför boÅŸ dönmek istemiyordu. Benim gitmeye niyetim olmadığını bildiÄŸi için diÄŸer arkadaÅŸları ikna etmeye çalışıyordu. BaÅŸardı da.
Az sonra beyaz minibüse binip yola dönmüÅŸtük. Kartpostallar da görsen gıpta ile bakacağın bu muhteÅŸem kar manzarası içinde yolculuktan zevk alamıyordum. Nereye kadar ve nasıl gidecektik. DoÄŸankent’e gelince kaptan emmi ücretleri istedi, sonra da “Yol açılmış mı? bir öÄŸrenip geleyim siz bekleyin” dedi ve gitti. Bekledik. Gelmez dedim, parayı da aldı. Gelmedi.
Yürüme gitmeye karar verdik. Vermez olaydık. Hatta bundan sonra hiç karar vermemeliydik. Hayatımızın en büyük hatasını yapıp bu üç metrelik karda, kışta yürüme yola döndük.
***
Altı arkadaÅŸ tek sıra halinde yürüyorduk. Zira kasabaya gelip gidenlerin yapmış oldukları yarım metre derinliÄŸindeki izlerden yürüyorduk. Dar bir kanal haline gelmiÅŸ bu izlerde iki kiÅŸinin yan yana yürümesi mümkün deÄŸildi. Saate baktım, öÄŸlen bir suları idi. HarÅŸit vadisi boyunca yürüdüÄŸümüz için güneÅŸ dağın ardında kaybolmaya baÅŸlamış, gölge doÄŸu tarafındaki dağın yamacına yukarı yükselmeye baÅŸlamıştı. Gölgenin düÅŸmesi ile birlikte soÄŸuk daha fazla hissediliyordu.
Hepimizin elinde birer küçük çantamız vardı. Bu dar kanalda yürürken çantaları yanımızda tutmamız mümkün olmadığı için sırtımıza atmış bir elimizle tutarak yürüyorduk. Bir süre sonra elimiz uyuÅŸunca diÄŸer elimize alıyorduk.
Bir süre konuÅŸmadan, aÄŸzımızdan çıkan buhara aldırmadan, mavimsi bir ayazın hakim olduÄŸu vadide ayaklarımızın altında gıcırdayan kar seslerini dinleyerek yürüdük. Belki bir, belki iki saat mütemadiyen yürüdük. Kimse konuÅŸmadı. Herkes içinden bir durum deÄŸerlendirmesi yapıyor olmalıydı. Kimse söylemese de, gittikçe herkesin yüzünden endiÅŸe seziliyordu. Ayaz ısırmaya baÅŸlamış, ayaklarımıza dolan kar ılımış; su olup köpürmüÅŸtü. Pantolonumuzu paçaları ıslanmış, ayazın etkisiyle donmaya baÅŸlamıştı. Biz yine de belden altımız kara gömülmüÅŸ gibi kıvrılarak yürüyüp gidiyorduk. Bir süre sonra mola verdik. Karın üzerine yan yana oturduk. Muhsin ile ben diÄŸer dört arkadaÅŸtan on kilometre daha uzaÄŸa gidecektik. Yani yolumuz daha uzundu. Ben arkadaÅŸlardan müsaade istedim. İkimiz daha hızlı yürüyerek gitmek için guruptan ayrılarak yola döndük.
Ben önde, Muhsin arkada yürüyorduk. Bir süre sonra yol kenarlarında tek tük rastladığımız bacalarından gökyüzüne doÄŸru gri dumanlar bırakan, içinde hangi hikayelerin anlatıldığı, hangi sohbetlerin demlendiÄŸini bilemediÄŸimiz evleri geride bıraktık. Artık ayak izleri de kalmamıştı. Ben önde bata çıka gidiyorum, Muhsin de benim izimden geliyordu.
Islak ayakkabımız donmaya baÅŸlamış, sertleÅŸince her iki yanından çatlamış, delinmiÅŸti. AkÅŸam ayazının etkisiyle, kardan ıslanan pantolonumuzun diz kısmı hariç paçaları donmuÅŸ, soba borusu gibi olmuÅŸtu. Yüzümün, burnumun kızardığını, gözlerimin önünün, elmacık kemiklerimin üzerinin soÄŸuktan çatladığını hissediyordum. AkÅŸam olmuÅŸtu. Hava kararmak üzereydi. Yaklaşık yirmi metre geriden gelen Muhsin’i bekledim. Geldi. Yolun on metre aÅŸağısındaki evi iÅŸaret ederek;
“Bu son ev, bundan sonra TaÅŸlıca köyüne kadar yol kenarında baÅŸka ev yok. O köy de çok uzak. İstersen bu eve misafir olalım.” Dedim.
Muhsin bitkin bir haldeydi. “Olur” anlamında başını salladı. Evin kapısına kadar indik. Kapının önünde beklemeye baÅŸladık. Cesaret edip kapıya vuramadım. Utangaç bir çocuktum. Muhsin’e kapıyı çalmasını söyledim. O da benim gibi utangaç. “Olmaz, sen vur!” dedi. Kapının önünde öylece dikilip kaldık. Muhsin’i bilmiyorum ama ben içimden dua ediyorum; dışarı birisi çıksa, bizi görse diye. İnsanlık ölmedi ya elbette bizi içeri alır misafir ederlerdi.
Tam bilemiyorum ama uzunca bir süre bekledik, kimsecikler dışarı çıkmadı. Biz de kapıyı çalacak cesareti bulamadık.
“Haydi!..” dedim Muhsin’e. “Madem cesaretimiz yok gidelim.”
Bu aslında bir tehdit idi. YorulmuÅŸ olan Muhsin “ yok gidemeyiz, ben kapıyı çalarım!..” diyecek ve iÅŸi halledecektik.
“Tamam gidelim o zaman.” Dedi.
?!...
Tekrar yola çıktık. Muhsin’e baktım. Gitmeye hazır. Açlık, susuzluk, yorgunluk, vakit akÅŸamı geçmiÅŸ, yol uzun…. Yok gidemeyiz. Durumu bir bir anlattım. Tekrar evin kapısına döndük. Yine aynı sahne. “Kapıyı sen çal? “
Bütün cesaretimi toplayarak kapıya yaklaÅŸtım. SaÄŸ elimi yumruk yapıp kapıyı çalmak için kaldırdım.
***
Ayışığı vardı. Bu derin HarÅŸit vadisinde gece maviye çalmıştı. Ayaz bir berberin elindeki ustura gibiydi. Kar, HarÅŸit çayının üzerini bir yorgan gibi tamamen örtmüÅŸ, derinlerden akan suyun iniltileri duyuluyordu. Ben önde Muhsin arkada yeniden yola revan olmuÅŸtuk. Küs iki insan gibi burnumuzdan soluyarak yürüyorduk. SoÄŸuktan karın yüzeyi buz tutmuÅŸ, batmıyordu. Yalnızca ayağımızın altında kıtır kıtır kırılan üst tabakanın sesi duyuluyordu.
Yine cesaret edememiÅŸ, son evin kapısını çalamamıştık. Bu eziyeti, bu açlığı, bu yorgunluÄŸu, bu ayazı, bu ürkütücü manzarayı, ÅŸu karşıda kurt gibi duran aÄŸaç kökünden korkmayı, donarak ölmeyi, velhasıl başımıza ne gelecekse hepsini hak etmiÅŸtik. İşte bu sinirle, bu hırsla, bu düÅŸünceyle yürüyordum.
Yürüdük. LoÅŸ, mavi, derin bir karanlığın içine yürüdük.
Bize ışık tutmayan dağın yamaçlarını aydınlatan ay ışığına inat yürüdük.
Önceleri kurda, ayıya, çeÅŸitli vahÅŸi hayvanlara benzettiÄŸimiz, daha birçok hayvana benzetilmesi hayal gücünüze kalmış; dağın yamacında üzerine kar yaÄŸmış ön tarafı açık aÄŸaç kütüklerinden artık korkmadığımızı haykırırcasına yürüdük.
Açlığa, susuzluÄŸa inat yürüdük.
Sabahın köründe içtiÄŸimiz çorbadan sonra tek lokma yememiÅŸtik. Açlığa inat yürüdük.
En önemlisi umutsuzluÄŸa yürümüÅŸtük. Geri dönüÅŸ yoktu. Adımlar kısalmış, bacaklar çekmez olmuÅŸtu. Dengem yavaÅŸ yavaÅŸ bozuluyor, her adım atışımda yığılacakmışım gibi oluyordum. Gece saat on olmuÅŸtu. Yolun üst kenarında koltuk gibi çıkıntının üzerine oturdum. Yirmi otuz metre geriden Muhsin geldi. O da oturdu. Çok bitkin görünüyordu. Denemek istedim. Karşı yamaçta üzerine kar yaÄŸmış, meyilli araziden dolayı ön tarafı karanlık gözüken aÄŸaç kökünü iÅŸaret ederek;
“Bak ! Karşıda ayı var!..” dedim.
Umurunda bile deÄŸildi. “Len boÅŸ ver, senin baÅŸka iÅŸin yok mu?” dedi. O da korkmuyordu. Onun da umudu tükenmiÅŸti. Öyle ya ölmüÅŸ eÅŸeÄŸin kurttan korkusu olmazdı.
Artık umudum tamamen tükenmiÅŸti. AyaÄŸa kalkacak gücüm yoktu. Bu yolun, bu yolculuÄŸun sonu ölümdü. Ölümden korkmuyordum. Biraz daha çabalayıp, bir iki kilometre yol gidecek ve oralarda bir yerde dizlerimizin bağı çözülecek, karın üzerine düÅŸecektik. Sonra tatlı bir uyuÅŸukluk bedenimizi kaplayacak, uyku bastıracak, kanımız yavaÅŸ yavaÅŸ vücudumuzdan çekilecek, artık açlığı, susuzluÄŸu bir daha hissetmeyecektik. Sonra kaskatı kesilmiÅŸ bedenimizin üzerine kar yaÄŸacak, soÄŸuÄŸun etkisiyle capcanlı gibi görünen gözlerimiz buz tutacak, son nefesi almaya çabalarken gücü yetmeyerek açık kalmış aÄŸzımıza kar dolacaktı. İçinde sanki hazine varmış gibi ta başından beri bazen sırtımızda taşıdığımız, bazen sürüklediÄŸimiz çantamız yanımızda bize hiç bir faydası olmadan öyle duracaktı. Sonra yolu açmaya gelen dozer karları saÄŸa sola savururken acaba bize zarar verir miydi? Benim yokluÄŸuma herkes çok üzülecek, böyle trajik bir olay sonucunda ölmüÅŸ olmam onların acısını ikiye katlayacaktı. Evde unuttuÄŸum gömleÄŸimi “oÄŸlum kokuyor” diyerek üzerine giyen Hz. Yakup gönüllü, kendi öz evlatlarından katbekat daha fazla beni seven babaannem bu acıya kesinlikle dayanamayacaktı. Birden irkildim. DüÅŸüncelerimi Muhsin duymuÅŸ muydu? Yok yahu sesli düÅŸünmemiÅŸtim. Belli etmemeliydim. Bir iki kilometre daha gidebilirdik.
HarÅŸit çayının karşı tarafında çatısı çökmüÅŸ bir ev dikkatimi çekti. Derenin üzeri kar ile kaplanmıştı. Pekala yürüyerek karşıya geçebilirdik. Yanımızda çakmak vardı. AteÅŸ yakabilirdik. Muhsin’e fikrimi söyledim. “Tamam” dedi. Bin bir zorlukla kalktım. Ayaklarım uyuÅŸmuÅŸtu. Muhsin de kalktı. Derenin kenarına indik. Karın altından inanılmaz bir su çağıltısı geliyordu. Muhsin’e baktım. “Önden sen git” der gibiydi. Önden hep ben gitmiÅŸtim. “Bismillah” deyip ilk adımı attım. Sanki kar ayağımın altında zezeleye tutulmuÅŸ gibi titriyordu. İkinci adımı kaldırdım... Birden vazgeçtim. Karın altından akan suyun gümbürtüsü korkunç geliyordu. Suyun çıkardığı ses üzerindeki karı titretiyordu. Her ne kadar ölümden korkmasak bile korkacağımız bir ÅŸeyler varmış demek ki; karanlıkta buz gibi suyun içine düÅŸmek, sonra akıntının hızıyla taÅŸlara çarparak can vermek. Aman Allah'ım!.. Geri döndüm. Muhsin “ne oluyor?” der gibi yüzüme baktı.
“Kar delinirse suya düÅŸeriz. Bahara kadar cesedimizi bile bulamazlar” dedim.
Tekrar yola çıktık. Takati kalmamış bacaklarla yürümeye baÅŸladık. Gecenin ayazında artık ceketimizin etekleri de buz tutmuÅŸtu. Daha kötüsü umutlarımız da buz tutmuÅŸtu. Bir kaç yüz adım gittikten sonra Muhsin durdu;
“Ben gelmiyorum!”
“?..
“İstersen sen gidebilirsin...”
“Niye?”
“Gücüm kalmadı, biraz daha yürüsek bile bir yere varamayacağız. Kendimize dahafazla
eziyet etmeyelim. Zaten donacağız!”
Adam haklı. Benim de umudum yok gibiydi. Ama ilk “kral çıplak” deme cesaretini Muhsin göstermiÅŸti. Bana da teselli etme rolü kalmıştı.
“Pes etmek yok. TaÅŸlıca köyüne az kaldı, ÅŸu ilerdeki gıranı aşınca köye varacağız.”
Tekrar yola koyulduk. O gıranı aÅŸtık. Sonrakini de aÅŸtık. Köy yoktu. Olmadığını ben de biliyordum, ama Muhsin bilmiyordu.
Yolun tam ortasında kara saplanıp kalmıştı mavi renkli BMC. Ağır, hantal, kara direksiyonu sayesinde kullanan bütün ÅŸoförleri bel fıtığı etmiÅŸti eskilerin bu efsane kamyonu. İkimiz de tanıdık Ecevit amcanın BMC’sini. Kapılarını kontrol ettik; kapalıydı. İçine girip biraz olsun soÄŸuktan korunma hayallerimiz suya ( doÄŸrusu kara) düÅŸmüÅŸtü.
“Bundan bize fayda yok dedim, haydi gidelim.”
“Olmaz, ben gelmiyorum. Arabanın kapısını açacağım.”
“Nasıl olacak?”
“TaÅŸ ile camı kırıp içeri gireceÄŸim.”
“Taşı nereden bulacaksın?”
“!..”
İki üç metre kalınlığındaki karı hesaba katmamıştı Muhsin. Ama yılmadı. SoÄŸuktan yarı donarak kanca gibi olmuÅŸ elleri ile karı eÅŸeledi. Taa ki gücü tükenene kadar. Sonra sırtüstü uzandı beyaz döÅŸeÄŸe. Sık sık nefes aldı, aÄŸzından beyaz buharlar çıkıyordu. Hiç müdahale etmeden, tek kelam söylemeden izledim. Yeterince dinlendikten sonra çantasını alıp geldi yanıma. Ağır ağır yürüdük.
“Köye ne kadar kaldı?” dedi.
“Az kaldı.”
“Yine yalan söyleme, beni kandırma.”
“Yok kandırmıyorum, az ilerde Şıhlı Rampası var, orayı tırmandık mı köydeyiz” dedim.
Sessizce, sanki bir ÅŸeyleri ürkütmekten çekinir gibi yürüdük. Küçük ve cılız adımlarla yürüdük. Nihayet meÅŸhur Şıhlı Rampasına gelmiÅŸtik.
Hani ÅŸu ayağımın altında karın çöktüÄŸü, boynumdan aÅŸağısının kara saplandığı yere. Muhsin’in çantasını yastık yapıp donmak üzere olduÄŸu yere.
***
Tam onbir saattir yürüyorduk. Açlığın susuzluÄŸun, soÄŸuÄŸun sınırların zorlamıştık. Ya da bütün bunlar bize tahammül etmiÅŸti. Tahammül… daha nereye kadar?
Nefes almam düzelip kendime gelince, yığılıp kaldığım yerden doÄŸruldum. Muhsin hala yatıyordu. Bir kaç defa seslendim. Cevap vermedi. Nefesim yettiÄŸi kadar kuvvetlice bağırdım:
“Muhsiiiiiiin!”
“Ne var?..”
“Kalk gidiyoruz!”
“?”
“Sana dedim!”
“?”
“Muhsin sana dedim. Haydi gidiyoruz.”
Zayıf, hırıltılı bir sesle “ Sen git, ben gelmiyorum” dedi. Israr ettim;
“Sen gelmezsen ben de gitmiyorum.”
“Sen bilirsin?”
Bu tehlikeli bir cevaptı. “Sen bilirsin...” Ne halin varsa gör demekti. Sen de öl demekti. Canın ne isterse onu yap ama bana bulaÅŸma demekti. “Sen bilirsin” demek hayattan vazgeçmekti. Alttan almalıydım. Yalvardım;
“Bak az bir yolumuz kaldı. Åžu rampayı çıktık mı köydeyiz. O kadar yolu sürünerek bile gidebiliriz. Hadi kardeÅŸim.”
“Sen git. Yürümeye gücün varsa git. Beni bekleme. Ben sana hakkımı helal ettim.”
“!..”
Arkadaşım sona gelmiÅŸti. Demek donuyordu. Benim onu bırakıp gitmemin bir önemi yoktu. Böyle durumlarda “beni bırakma” denirdi. Sen git derken bana bir ÅŸans veriyordu. Onu bırakamazdım. Hele yolun sonuna gelmiÅŸken. “Yolun sonu” bana göre baÅŸka, Muhsin’e göre baÅŸkaydı. Her yolu denemeliydim. Kızdım, bağırdım, yalvardım ve sonunda ikna edebildim.
“İki ÅŸartım var” dedi.
“Nedir?”
“Benim çantamı da sen alacaksın. Bir de oturalım dediÄŸim yerde oturacağız.
“Tamam!” dedim.
Rampaya döndük. Yedi sekiz adım atıp oturuyoruz. Nihayet rampayı tırmandık. İlerideki virajda feneri ışığı gördük. Muhsin sevinçle;
“Bak, birisi var orada, feneri ışığını gördün mü?”
“Gördüm.” Dedim.
Arkadaşıma yeniden can gelmiÅŸti sanki. Artık daha canlı yürüyordu. “ Bu sefer doÄŸru söyledin Baki, hep beni kandırıyordun “ dedi. Virajda, elinde av tüfeÄŸi bulunan yaÅŸlı bir amca ile karşılaÅŸtık. Biz yaklaşırken feneri üzerimize tutuyordu. Öyle ya bu karda kışta, bu saatte iki çömez tıfıl nereye gidiyordu? Selam verip yanından geçtik. “ Siz kimsiniz, nereden geliyorsunuz?” dedi ama duymamış gibi davrandık. Virajı dönünce köyün ortasına düÅŸmüÅŸtük. Küçük bir dereyi geçince yolun kenarında bulunan kahvehanenin kapısına geldik. Nefes nefese kalmıştık. Biraz durup dinlendik. Üzerimizdeki kıyafetler donmuÅŸ, üzerine kar yapışmıştı. Sadece eklem yerlerimize gelen kısımlarda buz yoktu. Bu halimizle yarı kardan adam gibiydik. Biraz temizlemek istedik ama donmuÅŸ olan ellerimizle beceremedik.
Kahvehanenin ahÅŸap kapısının aralığından dışarı ışık süzülüyordu. Dışarı taÅŸan seslerin uÄŸultusuna bakılırsa içerisi dolu olmalıydı. Kapıyı itip içeri girdik…
Kahvehanenin içi tamamen dolu idi. Saat gecenin biri olmasına raÄŸmen kimse evine gitmemiÅŸti herhalde. Oturacak boÅŸ sandalye bile yoktu. Kimi okey, kimi piÅŸti oynuyor, kimisi de izliyordu. Bu avare kış gününde milletin yapacak ne iÅŸi olabilirdi ki? Biz içeri girince herkes oyunu bırakmış dikkatle bizi izliyorlardı. Henüz televizyonların olmadığı, yolları karın kapattığı bu günlerde haber ayaklarına gelmiÅŸti. Bu karda, buzda neredeyse gecenin sabaha evrildiÄŸi demde damdan düÅŸercesine donmuÅŸ iki çocuÄŸun içeri girmesinden daha önemli haber olabilir miydi? Torunlarına bile anlatabilecekleri evladiyelik bir olaydı. Åžimdi sıra bu iki çocuÄŸa soracakları soruları hazırlamaya gelmiÅŸti. Hele oturacakları bir yer bulsunlar.
Çatırtılar çıkararak yanan demir sobanın yanına doÄŸru yürüdük. Sobanın yanında iki delikanlı bir de yaÅŸlı amca oturuyordu. BoÅŸ sandalye yoktu. İki genç sandalyelerini bize verdiler. Oturduk. OcaÄŸa bakan orta yaÅŸta pos bıyıklı abi hemen iki çay getirdi. Sonra sobanın üst kapağını kaldırarak bir kaç parça odun daha attı. Çayı bir yudumda içtim. SoÄŸuktu. Muhsin’e baktım; o da bir yudumda içmiÅŸti. İkinci çay da soÄŸuk gelince canım sıkıldı. OcaÄŸa doÄŸru dönüp baktım; çaydanlık kara tren gibi ıslık çalıp buhar püskürtüyordu. Tam beÅŸ bardak çayı beÅŸ yudumda içtim. Sonra yavaÅŸ yavaÅŸ yakmaya baÅŸladı. Bu kahvehanedeki herkes sağır ve dilsiz gibiydi. Kimseden ses çıkmıyordu. Zor soru hazırlamakla meÅŸguldüler herhalde. “Yiyecek var mı?” Diye sordum. “kraker var” dedi kahveci. Olsun getir dedim. Üzerimizdeki buzlar çözülmüÅŸ, eriyen sular sobanın altındaki çukurda birikmeye baÅŸlamıştı.
Nihayet birisi sessizliÄŸi bozdu:
“Kimsiniz, nerden geliyorsunuz?”
Kısaca anlattık durumu. Münasebetsizin teki;
“Gidecek misiniz?” diye sordu.
“Misafir eden olmazsa gideriz.”
Bize sandalyelerini veren iki genç “ kalkın, gidiyoruz” dediler. Çayların parasını ödeyip çantalarımızı aldılar. İçlerinde biriktirdikleri soruları sormalarına fırsat kalmadan apar topar çıktık içerden. Yolun üzerindeki eve girdik. Gençlerden biri ötekine “sen yiyecek bir ÅŸeyler hazırla ben sobayı yakayım” dedi. Ölümün kıyısından dönen biz, az sonra karnımızı doyurmuÅŸ, ıslak elbiseleri sobanın kenarına asmış, donmaktan uyuÅŸmuÅŸ ayak ve ellerimizi ovuÅŸturuyorduk. Bir kaç parça eÅŸyası ile iki yatakları bulunan bu iki genç köy öÄŸretmeni bizi misafir etmiÅŸti.
***
Sabah gözlerimi açtığımda, bir süre nerede olduÄŸumu, ne yaÅŸadığımı hatırlayamadım. SaÄŸa sola baktım. Yanımda Muhsin yatıyordu. Evet, dün gece geç yatmıştık. Kalkıp üzerimi giyindim. Dışarı çıktım. Gökyüzü oldukça berrak, güneÅŸ bütün ihtiÅŸamı ile arzı endam etmiÅŸ, etrafta göz kamaÅŸtıran bir beyazlık vardı. Hava ılıktı. Derin derin nefes aldım. Bir süre etrafı seyrettim. Bizim geldiÄŸimiz taraftan köye doÄŸru bir beÅŸ altı kiÅŸi geliyordu. Yan taraftan çocuk sesleri duyuluyordu. Evin önünden okulun bahçesine geçtim. Teneffüs olmalıydı, çocukların bir kısmı kartopu oynuyor, bir kısmı kardan adam yapmaya çalışıyorlardı. Bu gün Cuma, karne alacaklardı. ÖÄŸrencilerin en mutlu olduÄŸu gündü.
Yol, okulun önünden geçiyordu. Köye gelenler bizim dün yolda ayrıldığımız arkadaÅŸlardı. Hemen seslendim. Durup bana baktılar. Åžaşırmışlardı.
“Bekleyin, biz de geliyoruz!”
Hemen gidip hâlâ uyuyan Muhsin'i kaldırdım. O giyinirken, okula geçtim, öÄŸretmenler karneler ile uÄŸraşıyorlardı. Beni görünce gülümsediler. “Kalktınız mı?” dedi birisi. “Evet” dedim. “Biz gidiyoruz.” “Kahvaltı yapacaktık, sizi bekliyoruz, bak sobanın üzerinde çayı bile demledik.” diyerek kocaman demir sobanın üzerindeki çaydanlığı gösterdi. Zahmet etmiÅŸlerdi, bu yüce gönüllü insanları kırmak içimden gelmiyordu ama yolda arkadaÅŸlar da bekliyordu. Durumu anlattım, defalarca teÅŸekkür ettim, müsaade istedim. Kabul ettiler. Muhsin ile beni uÄŸurladılar.
Kafileye katılıp yeniden yollara düÅŸtük. Karın üstü güneÅŸin etkisiyle ılımıştı ama altı donmuÅŸ olduÄŸundan fazla batmıyordu. Bu sefer sıcacık güneÅŸ, doyumsuz kar manzarası eÅŸliÄŸinde yürüyorduk. Bir gecede bir birimize anlatacak o kadar çok ÅŸey yaÅŸamıştık ki. Bize bu köye kadar nasıl geldiÄŸimizi sordular. Uzun hikaye dedim. “Siz nerede kaldınız?” Åžu kapısını çalamadığımız evde kalmışlar. Yol uzun, bizim hikaye uzun, hem yürüdük hem anlattık.
***
Kasabada babamla karşılaÅŸtım. Beni görünce hem sevindi hem de ÅŸaşırmıştı. Yolun açılıp açılmadığını öÄŸrenmek, bizden haber alabilmek için kasabaya gelmiÅŸti. Beraber eve döndük. Babaannem beni görünce sevinçten deliye döndü. “Demek yol açıldı, seni bana kavuÅŸturan Allah'a kurban olurum” dedi. “Yol açılmadı anne” dedim.
(Babaannem kendisine anne dememizi isterdi. Ona göre, babaanne, büyükanne, nine kelimeleri uzak akrabalık terimleri idi. Biraz da bizi annemizden kıskanırdı. Bu yüzden bütün kardeÅŸlerim, amca çocukları hepimiz babaanneme “anne” derdik. O bu anneliÄŸi fazlası ile hak ediyordu. Bütün köy çocuklarının annesi idi. Evimiz o zamanlar yol kenarında idi. Yoldan geçen çocuklu kadınları durdurup, çocukları severdi.)
Beni dizinin dibine oturttu. “Yol kapalı dedin, anlat hele nasıl geldin?” dedi. Satır, satır, cümle cümle anlattım, sıra geçmeden olay atlamadan, bıkmadan usanmadan anlattım. Ben anlattım, o aÄŸladı. AkÅŸamüstü utandığımız için evin kapısını çalamadığımızı söyleyince “eyvah” deyiÅŸi vardı, buz tutmuÅŸ HarÅŸit çayının üzerine yürüdüÄŸümüzü anlatırken, “ suya düÅŸecek yavrularım” demiÅŸti, mavi BMC nin içinde kalmaya karar verdiÄŸimizi duyunca “donacaklar!”, ayağımın altında kar çöküp, göÄŸsüme kadar kara gömüldüÄŸümü duyunca yumruk yaptığı saÄŸ elini, sol avuç içine vurarak “ Kemal yetiÅŸ oÄŸlum ölüyor!” deyiÅŸi vardı ki unutamam. Ben anlattım, o aÄŸladı, sarıldı, kokladı, öptü beni. Gözlerini silerek;
“Kemal!” dedi.
“Ne var ana!”
“O iki ogretmeni bul getir bana.”
“Ne yapacaksın?”
“Onlar oÄŸlumu misafir ettiler, ben de onları misafir edeceÄŸim, teÅŸekkür edeceÄŸim, gözlerinden öpeceÄŸim.”
Babam o öÄŸretmenleri bulamadı. Hafta sonları yakın olduÄŸu için memleketlerine gidiyorlarmış, pek çarşıya gelmezlermiÅŸ. Bir gün babam öÄŸretmenleri alıp getirmek için o köye kadar gitti .O sene okullar tatil olunca tayin olup gitmiÅŸler. Babaannem onları misafir edemedi, ama isimlerini dahi hatırlayamadığım o iki güzel insanı dualarından hiç eksik etmedi.